İklim krizinin artık bir gelecek tehdidi değil, günümüzün en somut gerçeklerinden biri olduğunu her gün yeniden görüyoruz. Kuruyan nehir yatakları, mevsimi şaşırmış yağışlar, orman yangınlarının hiç olmadığı kadar yaygın ve yıkıcı hale gelmesi… Tüm bunlar bize açıkça şunu söylüyor: Doğa, artık sessiz kalmıyor.
Tam da bu noktada Türkiye’nin gündeminde olan İklim Koruma Kanunu, sadece bir yasal düzenleme değil, aslında bir hayatta kalma stratejisidir. Çünkü mesele sadece doğayı korumak değil; artık doğa içinde insanın kendini de koruması gerekliliğidir.
Peki bu yasa ne diyor, neye karşı duruyor?
Karbon salımı sınırlandırılıyor, sanayi ve enerji sektörlerine belirli kota ve cezai yaptırımlar getiriliyor.
Yenilenebilir enerjiye geçiş hızlandırılıyor, fosil yakıt yatırımlarına sınırlama geliyor.
Tarım, su yönetimi, ulaşım ve şehirleşme gibi birçok başlıkta çevresel sürdürülebilirlik zorunlu hale getiriliyor.
Belediyeler için iklim eylem planları hazırlama ve uygulama yükümlülüğü geliyor.
Eğitimde, kamu bilgilendirmede, medya içeriklerinde iklim krizine dair farkındalık çalışmaları artık yasal dayanağa kavuşuyor.
Bu kanun, sadece devletin değil, aslında her birimizin önüne sorumluluk koyuyor. Çünkü artık mesele sadece “ormanları koruyalım” demekle bitmiyor; nasıl üretip nasıl tükettiğimiz, nasıl ulaştığımız, nasıl ısındığımız ve nasıl düşündüğümüzle doğrudan ilgili.
Ancak şu da bir gerçek: Yasalar yazmak kolay, uygulamak cesaret ister. Denetim mekanizmaları güçlü olmazsa, ekonomik çıkarlar ekolojik dengeyi tekrar ezip geçerse, bu yasa bir raf dekoru olmaktan öteye gidemez.
O yüzden meseleye şöyle bakmak lazım:
Not : Yazını Devamı Bır sonrakı hafta